27 Mayıs 2011 Cuma

Hayat bir lunapark.. Ama hiçbir oyuncağa güvenme...

Hayat kocaman bir lunapark aslında, içinde gezip keyif aldığınız yeşillikleri, salıncakları, atlı karıncaları, oturup dinlendiğiniz bankları, korktuğunuz korku tünelleri, hissettiğiniz heyecan mı endişe mi korku mu anlamadığınız roller coaster ları olan dev bir lunapark...

Giriş ücretini sizin yerinize anne babanız ödemiştir zaten... İlk önce güzel bir bank bulup oturursunuz, pek bir şeyin farkında olmadığınızdan etrafı seyredersiniz, hangisine binsem hangisine binsem derken en güvenli zannettiğinize, atlı karıncaya koşarsınız... Bir iki tur herşey güzel derken elinizi bir an boşluğa atar sendelersiniz, o ise size elini uzatmaz ve düşersiniz, dizinizdeki ilk yara ile tanışırsınız... Yine o en baştaki banka gider biraz ağlarsınız, anneniz okşar öper babanız bişey olmaz çocuğum der susarsınız...

Derken biraz büyür daha güzelini istersiniz, gözünüze o kocaman salıncağı kestirir ona koşarsınız... İleri geri herşey harika derken, arkadan hiç ummadığınız biri öyle bir iterki sizi, dengeniz bozulur düşersiniz, dizinizdeki yaraya tam da yeni alışmışken kolunuzu dirseğinizi kanatırsınız, bankınıza geri döner oturur ağlarsınız, bu kez anneniz de okşamaz, öpmez... kendi kendinize bir süre sonra susarsınız...

Biraz daha büyürsünüz, etrafı gezerken biriyle tanışırsınız, size çok heyecanlı gelir, seversiniz, birlikte eğlenelim dersiniz.. Gel der korku tüneline girelim, önce reddedersiniz, sonra gözlerinize bakarsınız, ben seni korurum der, aldanırsınız, tünele girer ve karanlıkta ilerlersiniz... Korkunç yaratıklar, size zarar vermek isteyen değişik canlılar, ürkütücü ışıklar çıkar önünüze her bir adımda, elinizi uzatırsınız, tünele girdiğiniz o kişiyi bulamazsınız, seslenirsiniz duyuramazsınız, koşarak çıkmaya çalışırsınız, sağa sola çarpa çarpa ışığı bulursunuz... Dışarı çıktığınızda nefes nefese kalmışsınızdır, ağlayarak yine bankınıza dönersiniz... Nasıl inanırım ki dersiniz, birazda içten ağlamayı öğrenirsiniz, artık bunu kimse görmüyor diye her aklınıza geldiğinde içinize ağlarsınız, yorulduğunuzda da ağladığınızda da koşup oturduğunuz bankınızda...

Derken biraz daha büyürsünüz... Artık herşeyi öğrendim dersiniz... Kalkıp biraz daha gezeyim diyerek yola koyulursunuz, korku tünelinin önünden geçerken bile dimdiksinizdir, ilerideki çığlıkları duyar oraya yönlenirsiniz, raylar üzerinde ufak bir tren, metrelerce yükseğe çıkıyor ve son sürat aşağı iniyor.. O dimdik haliniz, özgüveniniz biraz sarsılır... Ama son oyuncaktır, denemek istersiniz, kararsızsınızdır.. Derken sırtınızda bir el ve hayırdır korktunuz mu, çok eğlencelidir, birlikte binelim istersen diyen yabancı bir ses... Döner bakarsınız yabancı elin yabancı bir yüzü... Aklınıza korku tüneli gelir, ama bir kez daha güvenmek istersiniz, peki dersiniz...

Yolculuk başlar, bu kez her şey çok farklıdır, o korku ve heyecan dolu yolda eli hep omzunuzdadır, savurucu virajlarda size sarılır... çok mutlusunuzdur, bu sefer buldum galiba iyi birini dersiniz, yolculuk biter.. tren durur... yere inersiniz, heyecan korku gitmiş, içinizde geriye bir tek mutluluk kalmıştır... derken görüşürüz çok sağol der o yabancı ses, yüzüne bakarsınız, bitti mi dersiniz içinizden, kendine iyi bak, eğlenceliydi gerçekten der ve gider güvendiğiniz ikinci yabancı...

İçinize ağlarsınız bankınıza döner... dizinizdeki yaralar kabuk bağlamış iyileşmiş, kolunuzda dirseğinizde çizik dahi kalmamış, göz yaşlarınız bitmiştir, ama içiniz paramparçadır... gözyaşlarınız içinize dolmuştur... bu kadar yeter dersiniz, bankınıza uzanır düşünmeye başlarsınız... Nerede hata yaptım? Artık çok geçtir, ışıklar söner, bekçi gelir ve dışarı çıkmanız gerektiğini söyler... Bankınızdan ayrılırsınız, anne babanızın giriş ücretini ödediği o kapıdan, bütün heyecanlarınızı, korkularınızı, mutluluklarınızı, gözyaşlarınızı içeride bırakarak sessizce çıkar gidersiniz....

Korku tüneline bineceğiniz kişiyi de, roller coaster a bineceğiniz kişiyi de iyi seçin... Sallanırken arada arkanıza bakmayı ihmal etmeyin... Atlı karıncayı sevin, ama üzerindeyken tek başınıza olduğunuzu unutmayın, en önemlisi de hep geri dönüp dinlendiğiniz o bankı çok ama çok iyi seçin... Giriş çıkış kapısını, bekçinin gelme zamanını dert etmeyin, onları zaten değiştiremez, seçemezsiniz...

20 Mayıs 2011 Cuma

Öylesine bir hüzün çöktüğünde...

Gözünü hafifçe araladı, şöyle bir tavanı süzdü, bugün ilk defa alarm çalmadan uyanmıştı, yerinden yavaş yavaş doğruldu, sanki bütün gece uyumamış da ağır bir işte çalışmışçasına yorgun hissediyordu kendini. Derken alarm çaldı, susturdu, lavaboya gitti yüzünü yıkadı, aynaya baktı, hızlı nefes alışlarının oluşturduğu buğuları silmeye bile çalışmadı, yüzünü görememeye başladığı anda aynadan ayırdı yüzünü. Dünden hazırladığı kıyafetlerini giydi ve kapıdan dışarı çıktı. Genç kız güneşin ışıkları altında kafası önde yürümeye başladı.

Alarm çaldı, önce erteledi, sonra ikinci çalışta oflayarak kalktı, gözünü ovuşturdu, bi daha yattı, geç kalmayayım bari bugün diyerek tekrar kalktı. Derken aklına bugünün önemi geldi, hemen lavaboya koştu, yüzünü buz gibi suyla yıkadı, eline ne geçerse giydi ve koşarak dışarı çıktı. Güneşi fark etmedi bile, kalın montunun ağırlığına da aldırmadan hediye dükkânına doğru hızla yola koyuldu genç delikanlı.

Genç kız her zaman önünden geçtiği parktaki çocuk seslerini bugün duymuyordu adeta, kafasındaki düşünceler o kadar yoğundu ki, o kadar ağır geliyordu ki, bi yerlere oturup dinlenmek geçiyordu içinden. Ama yapamazdı, işine yetişmeliydi. Durağa ulaştı, şanslıydı otobüsü hemen geldi, bindi, her zamanki koltuğu yine boştu, oturdu, kafasını cama dayadı ve tekrar kendisini düşüncelerine bıraktı.

Genç delikanlı, hediye dükkânına girdiği anda hemen siparişini sordu, nihayet son günde gelmişti kız arkadaşının en sevdiği ayakkabıları, harika, bunları çoktandır istiyordu, eminim bayılacak dedi satıcıya, hemen güzel bir paket yaptırdı. Dükkândan çıktığında inanılmaz mutluydu, alternatif bir hediyeyle vakit kaybetmeyeceği için kendine biraz daha zaman ayırabilirdi,  bugün işe yürüyerek gitmeyi tercih etti. Bu havada montunu aldığını daha yeni fark etti, önce çıkarmak istedi, sonra bu montu da kız arkadaşının hediye ettiği geldi aklına, çıkarmadı, gülümsedi, devam etti.

Cama dayadığı başını hiç ayırmadan devam ettiği otobüs yolculuğunda bir ara elinin uyuştuğunu fark etti, diğer eliyle hissetmeye çalışırken yüzüğüne dokundu, başını camdan ayırdı, yüzüğe dikkatlice baktı, erkek arkadaşının evlenme teklif ettiği gün ki hali geldi aklına, çok mutluydu o gün, gülümsedi, ama bu sefer acı acı, ve yüzüğü çıkardı cebine koydu, anlam veremediği düşüncelerine tekrar daldı, başını cama koyarak.

Genç delikanlı, işine vardığında masasına oturdu, her sabahki gibi kız arkadaşı ile olan fotoğrafının tozunu aldı, uzun uzun baktı, gülümsedi, ona evlenme teklif ettiği günün üzerinden geçen 1. ayı bu gece kutlayacaktı, üstelik kız arkadaşının böyle bir kutlamadan haberi bile yoktu, çünkü evlenene kadar böyle bir kutlama yapmayacaklarına söz vermişlerdi, kendi dayanamadı, inandı, bu gece çok güzel olacaktı.

Genç kız birden doğruldu, kapıya yöneldi, aslında daha durağına gelmemişti, düğmeye bastı ilk durakta indi. Yüksek yamaçlı bir tepenin seyir yerine doğru yürüdü. Burası evlenme teklifi aldığı yerdi. Manzarası müthiş ama yüksekliği bir o kadar da ürkütücüydü. Tam kıyıya oturdu, rüzgârın gözünün önüne set yaptığı saçlarına bile aldırmadı, uzun uzun ileriye baktı.

Artık kız arkadaşının işe ulaştığını düşünen delikanlı, onu aramak istedi, sonra on dakika daha bekleyeyim belki kahvaltı yapıyordur dedi. Telefonu masasına geri koydu.

Kız düşüncelerden bir an arınıp derin bir nefes alıp verdi, sonra bi daha, ve bi daha. Ayağa kalktı, cebine koyduğu yüzüğü çıkardı telefonu ile birlikte yere koydu, bitmiş bir haldeydi, tükenen enerjisini son kez tetikledi ve usulca beni affet dedi, kendini uçuruma bıraktı. Tepeden yükselen haykırışı kimse duymadı, çünkü bu haykırışların en sessiziydi. Rüzgârın hafif esintisinin yarattığı alçak uğultu sesini bir telefon melodisi bozdu. Telefon çaldı, çaldı, çaldı…